M. Nedim Gündüzalp ile...
Mahmut Nedim Gündüzalp ile 20.01.1988 tarihinde yapılan söyleşinin teyp kaydının özgün metnidir."
"Ben Bulgaristan'da, Tuna nehrinin kıyısındaki Tutrakan kasabasında doğdum. Kasabada önce imam mektebi açılmıştı. Sonra, Sultan Hamid tarafından Bulgaristan prensliğine sürgüne gönderilen ve meşruti idare taraftarları olarak bilinen Jön Türkler çeşitli bölgelere dağılmışlardı. İşte bu yüzden zengin Bulgar İdaresi yeni okullar açmak durumunda kalmıştı.
O sıralarda, ilk Türk Mektebi İdadisi de bu şekilde açıldı. Ben de bu mektebe başladım. Mektebimize İstanbul'dan da hocalar geliyordu. Çalışkanlığım sayesinde bir üst sınıfın çözemediği problemleri çözebiliyordum. Sınıfımı birincilikle bitirince, hocam "ananı babanı kandır, seni İstanbul'a göndereyim" diye tutturdu. Neylersin ki ailem fakir, tam altı kardeşiz....
Edirne Rüşdiye mektebinde iken beni imtihanla bir üst sınıfa çıkarttılar. O zamanın Edirne Lisesinde Ermeniler var, Museviler var, Bulgarlar var, Rumlar var ve sınıfın en iyileri de bunlar.
Mahmut Nedim Gündüzalp Ben o sene sınıf birincisi oldum. Liseyi de birincilikle bitirdim. Benden başka Balçık'tan iki talebe vardı, onlar da ikinci üçüncü oldular. İkinci olan Kâzım Bey isminde bir arkadaşımdı. Okul müdürümüz üçümüzü çağırdı, "Çocuklar, liseyi bitirdiniz, şimdi ne yapacaksınız" dedi. Biz de fakir olduğumuzu, paramızın olmadığını, Bulgaristan'a dönüp orada hocalık yapacağımızı söyledik.
Bir gün müdürümüz çağırıp, "Artık hocalık yapmayacaksınız size burs buldum" dedi. Burs, üçer mecidiye, yani altmış kuruştu.
Eve dönünce anneme "Ben tekrar okuyacağım, İstanbul'a okumaya gideceğim dedim. Annem ne yapmak, ne olmak istediğimi sordu. Arkadaşım Kâzım tıbbiyeye yazılacağını söylüyordu, ben de anneme doktor olmak istediğimi söyledim. Annem "Sen doktor olamazsın oğlum. Parmağına iğne batsa, kan görsen bayılırsın, olmaz" dedi.
Ben de Hukuk'a yazıldım. O altmış kuruş ile birinci sınıfı bitirdim...
Bir Yahudinin evinde pansiyoner kaldım.
Okulu bitirip Bulgaristan'a döndüğümde Balkan Harbi koptu. Yollar kapandı.
Doğduğum kasabadaki rüşdiyenin öğretmenlik kadrosu dolmuştu, açıkta kaldım. Kendi kendime "hala baba ekmeği mi yiyeceksin" diye düşünmeye başladım.
Orada, Cemaati İslamiye Reisi Mehmet Bey diye bir zat vardı. Benim hukuk okuduğumu duyunca işe soktu ve "Aylığının tamamını sana vermem, bir kısmını artırmalısın" dedi. Ben de oğlu askere gitmiş bir Bulgar ailesinin evini kiraladım.
Gel zaman git zaman Bulgarlarla Rumenlerin arası açıldı. Bir gün baktık Rumenler asker çıkarmış. Bu sefer başladılar Plevne'ye doğru harekete, oralarda ne kadar Türk askeri buldularsa esir aldılar, sonra bunları Türkiye'ye iade ettiler.
İşte bu Cemaati İslamiye Reisi, işgalci Rumenlerine çizme yapan birisiyle bir gün bana geldi ve "Esirlerle gider misin?" dedi. Ben de "Giderim" dedim. O "Benim orada evim var, annem orada oturuyor, onun yanında kalırsın bir iş bulur çalışırsın" dedi.
İstanbul'a gelince bizi karantinaya aldılar. Karantinanın sonunda cebim iyice boşalmıştı artık. Bu arada bizi Tuzla'ya naklettiler. Sonunda sağ selamet İstanbul'a ayak bastım ve Cemaati İslamiye Resininin bana verdiği adresteki evi bulup oraya iltica ettim, başımı soktum.
İkinci seneye param kalmıyordu. Evkaf Nezaretindeki Tedrisatı İslamiye Şubesine bağlı bir mektep açılmıştı. Oraya talip oldum ve imtihanı başardım.
Bir zamanlar Fatih'te oturuyordum. Cihangir'de bir Türkçe muallimliğini kabul edersen 500 kuruş alırsın dediler, kabule mecbur oldum. Ertesi sene 150 kuruş zam yaptılar. Daha sonra Pertevniyal lisesine geçtim, yani rüşdiyeye. Bir ara rehberlik yaptım...
Adliyeye hakim olmak aklıma hiç gelmemişti. Avukatlık istedim. Okulu birincilikle bitirdiğim için bana dava zabıtnamesi verdiler. Bir iki davaya girdim, sonra Maliye'ye geçtim.
Bu arada bir nokta koyalım.
Ben mektebe giderken, İstanbul'da Türk Ocağı açılmıştı, ben de giderdim. Bir arkadaşımın delaletiyle de İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdim. O zaman halâ cemiyet sistemindeydi, siyasi parti değildi.
Şehzade başındayken benim gözümü bağladılar, dolaştırdılar sonra oturttular. Sağ elimi Kuran-ı Kerime, sol elimi tabancaya dayatıp yemin ettirdiler. Ondan sonra partiye girdim.
Türk Ocağının o zamanlar önde gelen kişisi Ziya Gökalp idi, konferanslar verirdi. Halide Edip Hanım da oradaydı. Reis, Hamdi Vasıf Bey idi. Gökalp'in konferanslarına devamlı gidişim Hamdullah Suphi Bey'in dikkatini çekmiş. Uzatmayalım, ben en genç olduğum halde Türk Ocağı İdare Meclisine getirildim.
Hamdullah Suphi Bey'le yakınlık peydah ettim. Bir gün bana "Seni ben evlendireyim, yeğenimi sana vereyim" dedi.
Biz hanımlarla beraber Türk Ocağına giderdik. Hanımların ilk defa Türk Ocağına girmeleri büyük hadise olmuştu.
Hamdullah Suphi Bey'in yeğeniyle evlenip iç güveysi oldum. Eşimin ailesi oldukça itibarlı idi. Kayınpederim o zaman sağdı ve Ziraat-Orman Mühendisiydi...
Muallimliğin bana göre bir meslek olmadığını nice sonra anladım ama aklıma başka bir meslek gelmiyordu.
Neyse. Bacanağım İbrahim Yazıcı'nın Ermeni ve Musevi arkadaşları vardı, her hafta toplanırlardı. Maliye Müfettişliği fikrini bana onlar aşıladılar, bana birtakım Fransızca kitaplar verdiler, onlarla hazırlanıp imtihanı kazandım...
Maliye Müfettişliğim sırasında başımdan geçen bir olayı anlatayım:
Nazilli'deki teftişi bitirip ismini şimdi unuttuğum bir başka kazaya gittim. Tahsilat teftişi yapıyordum. O zaman karbon kağıdı olmadığından makbuzların her ikisi de ayrı ayrı dolduruluyordu, dolayısıyla suistimal kolaydı. Biz önce dipkoçanları toplar, sonra mükellefleri jandarma vasıtasıyla getirtip onların ellerindeki ilk nüshalarla karşılaştırırdık.
Ben de öyle yapıyordum ki, bulunduğum ahşap binayı yakmışlar, beni pencereden çıkararak kaçırdılar, hayatımı zor kurtardım...
Bir de hadiseli şark teftişim var:
Birecik biliyorsunuz, Fırat nehrinin üzerinde bir kazadır. Oraya Nuhun kayıklarıyla geçtik; içinde atlar vardı, merkepler vardı. Oralarda metrukeden kalma bir ev varmış, yanımdaki Hakkı Bey ile o binada kaldık.
Birecik teftişimizi bitirdik. Urfa'ya geçtik, Urfa'da da teftişimizi bitirdikten sonra bir ihbar geldi. Defterdarlığın Harran Müdürü ağnam vergisi dolayısıyla rüşvet alıyormuş.
Harran'a gitmek istedim, fakat aksine "gazze" oldum. Gazze nedir, bilir misiniz? Kısası Embiya'yı okumamışsanız bilemezsiniz. Eskiden Arap kabileler, birbirlerine girer, çayırları talan edip koyunları yağma ederlerdi...
Cuma günü üç jandarmayla gittim. Baktım ki, coğrafyada okuduğumuz Harran diye bir şey yok. Köyde şıhlar var. Asker falan yok, bir avuç jandarma. "Sizden, birileri para almış" dedim. "Şeyhimize sormadan size ifade vermeyiz" dediler. Şeyhten müsaade aldıktan sonra anlattılar. "Biz yazılı ifade vermeyiz. Hatta yeminli ifade versek bile şeyhimiz yeminimizi kaldırır. Biz sizin mahkemelerinize gitmeyiz, gitsek bile bir şey söylemeyiz" dediler...
Sonra, Şemdinli'ye gidecektim, gidemedim. Valiye soruyorum, "olmaz" diyor, "posta yarın birgün gelecek, ondan emniyet haberini alırsanız, o zaman gidersiniz." Ben zorluyorum. Bana bir başka müfettişten bahsetti. Şemdinli civarında çeteler bu müfettişi çevirmiş ve soymuşlar...
Maliye Müfettişlerinin itibar ve otoritesi son derece yüksekti. İbrahim Bey'in şöhreti İstanbul Defterdarlığını basıvermesi.... Müfettişlerden çok çekinirlerdi, çok itibar ederlerdi. Ben Gümrük ve Tekel Bakanlığı'na geçince ilk vazife olarak Teşkilat Kanunu'nu verdiler. Teftiş Kurulu'nu ben kurdum. Kanunu, Bütçe Komisyonunda müdafaa ederken eski Maliye Vekili Fuat Bey "O, Nedim Bey, tam Maliye Teftiş Heyeti gibi....Tam, aynendir" diyordu.
Yüksek mahkemeye gidilen durumlarda, dürüstlükleri dolayısıyla, hep Maliye Müfettişlerini görevlendirirlerdi. Benim zamanında Suat Hayri Bey Gümrük ve Tekel Bakanı iken işlemlerini teftiş etmek üzere Faik Ökte ile beni seçtiler, Gümrük Tekel'den de bir şahıs vardı...
Bir de Müsteşarlıktan ayrılıp mebus olmam hadisesi var:
Yeni Bakan gelmişti. Tabii kendi seçtiği müsteşarla çalışmak istiyor. O zaman yapılabilecek şey, varsa Devlet Şurası'nda boş üyeliğe atamak.
Ben mebusluğa talip oldum. Edirne'den beş mebus çıkacak, biz sekiz kişiyiz. Hatır için listeye koydular. Sekiz kişilik listenin içinde ta millî mücadeleden kalma kalpakkıranlar var, eski valiler var.
Eskilerden bıkmışlar. Benim için, "koca müsteşar, koyun şunu bir yere, Uzunköprülü'lerin oyları var" demişler. "Belki birgün bakan olur."
Ben bunları mebus olduktan sonra öğreniyorum.
Bir gün Uzunköprü'ye gittim.
"Yahu sen bizim Mahmut Nedim değilsin" diyorlardı.
Meğerse, o tarihte Ulaştırma Bakanlığında bir müsteşar muavini varmış, adı Mahmut Nedim, kendisi de Uzunköprü'lü...."
Tüm anılar ve söyleşilere geri dön